Şehit babası, Silivri, onur














21 Ağustos 2017 önemli bir gündü.


Darbe nedir darbe?

Neden darbe deniyor tüm o şeylere? 

15 Temmuz neydi, neden bu memleketin başına gelmiş en büyük musibetti, orada anladım.

İtiraf ediyorum ki o güne kadar hiç anlamamışım.

İstanbul Ticaret Odası FETÖ İstanbul ana davasına üyesi olan 400 bin İstanbullu tüccar darbe teşebbüsünden etkilendiği gerekçesiyle müdahil olmuştu. 

İTO Başkanı İbrahim Çağlar ve beraberindeki heyetle haberci olarak ben de ana davayı izlemeye girdim Silivri'deki duruşma salonuna.

Dikdörtgen tasarlanan duruşma salonu 1000 sanığı ve toplam müdahil + müdafi avukat + izleyici + basın mensubunu alacak şekilde kocamandı.

İlk başta şaşırdım bu kadar büyük olmasına.

Dikdörtgenin kısa kenarlarından birinde mahkeme heyeti başkanı yanında iki hakimle beraber "Adalet Mülkün Temelidir" yazısının altında idiler.

Hakime göre sağ uzak köşede İTO heyetiyle beraber oturuyordum.

Ben düşünceler içindeyken Fetullahçı Terör Örgütü'nün (FETÖ) FETÖ elebaşı Fetullah Gülen, 6 general ve 17 subayın bulunduğu, 9'u firari 15'i tutuklu 24 sanığın yargılandığı davanın altıncı duruşması başladı.


İstanbul Hava Harp Okulu Dekanı Kurmay Albay Ahmet Gümüş hiçbir suçu olmadığını söyledi. 

İşin tuhaf tarafı söylediklerine inanıyor gibiydi. Ya da çok iyi rol yapıyordu.

Şehit kardeşlerinden biri kendisine "Şerefsiz" diye bağırınca, mahkeme heyetinden bu kişinin ismini istedi. "Ben burada aslan gibi savunmamı yapıyorum, aklandığımda bana bu hakaretleri edenleri bilmek istiyorum" dedi.

Aba altından sopa gösteriyordu bana göre. Neyse bu kısımları yargılama sonunda anlayacağız.


Maalesef mahkeme başkanı şehit kardeşini dışarı çıkarttırdı. Salonda 100'ün üzerinde jandarma olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

Benim savunmayı inandırıcı bulmamam çok önemli değil. 

Orada gördüğüm şey sanıkların ve onların avukatlarının mahkeme heyetini etkileme konusundaki becerileri... 

Müdahil kurum ve şahıs avukatları maalesef en azından bu aşamada varlık gösteremedi.

Nihayetinde ara karar açıklanınca gördük ki İTO ve TÜRSAB'ın müdahillik talepleri kabul edilmedi.

Sanıklar ve onların pek deneyimli görünen avukatları ara karar öncesinde verilen öğle arasından önce söz alarak, Digiturk ve İBB'nin müdahillik taleplerinin kabul edilmesi, İTO ve TÜRSAB'ın taleplerinin kabul edilmemesi gerektiğini çok süslü olmayan ama kendinden emin bir şekilde ifade ettiler. 

Bu adamlar çok profesyonel ya da demokrasi, millet, iman diyenler hukuka çok yabancı diye düşündüm istemsizce.

Sanıklar ve avukatları oyunu domine etmeyi başarıyorlardı bence.

Çünkü milyarlarca dolarlar zarara uğratılan Türkiye Cumhuriyeti ekonomisi adına müdahillik talebinde bulunan iki önemli kurumun talebi "doğrudan zarar görmeme" gerekçesiyle reddedilmemeliydi. Bu olacak iş değildi.

Şehit olan üyeler, maddi hasar gören işletmeler üzerinden dahi olsa davaya pekala müdahil olunabilirdi.

Müdahillik talebinde bulunan kurumların ya avukatları iyi hazırlanmadı ya da daha kötü şeyler var!


  • Şehit babası Lütfü amca


Ara karar öncesi verilen arada İBB'de şehit olan Erkan Pala'nın babası Lütfü Pala ve annesi Muazzez Pala ile dertleştim.

Mahkemede yaşananlar değil, şehidin babasının sözleriydi bana darbe hakikatını gösteren.

Lütfü Amca oturmuş bir adamdı. 

Beyaz kısa sakalları zayıf yüzündeki sıkılmışlığı hiç de gizlemiyordu.

Üzerinde kareli bir gömlek ve altta açık renk kumaş pantolon giymişti.

"Neden bu kadar uzun sürdü bu ara" deyiverdi.

"Mahkeme başladı bir sürü detay okudular ama işin aslına bir türlü gelemediler" dedi.

Teamülden böyleydi bu işler, ama Lütfü amcaya bunu anlatmak istemedim.

Ben onun hikayesini merak ediyordum.

İlk defa bir şehit babasıyla tanıştığımdan onu tanımak, anlamak, kafamdaki soruları sormak istiyordum.

Oglu Erkan Pala'nın naaşını Haseki Araştırma Hastanesi'nde teşhis ettiklerini anlatırken gözleri doldu. Ona bu acıyı tekrar hatırlatmak istemezdim ama sormaya devam ettim.

"Nasıl oldu?" dedim.

Belki oğlunun anlamlı hikayesini hiç tanımadığı birine bininci defa anlatıyordu.

Şehit babası olmanın sorumluluklarından birisi de buydu demek.

O akşam her yerde asker silah atınca Erkan Abi içine sindirememiş bu durumu. İki oğlu ve kendisinin mahalleden çocukluk arkadaşlarıyla beraber Sütlüce tarafına gidiyorlar ilkin.

Orada nizam erken sağlanıyor. O cephede millet kazanıyor, hainler kaybediyor. Erler ağlayarak silahlarını indiriyor.



Şehit Erkan Pala












O saatlerde Erkan Abi bir şeyler yapmak zorunda hissediyor. Asker milletine nasıl ihanet eder anlam veremiyor.

Ama elinde bir silah, bıçak veya farklı bir alet yok. Bunu birazdan bahsedeceğim şehadet anında daha iyi anlayacaksınız.

Sütlüce'de işler yoluna girince bir şeyler daha yapmak istiyor. Bir yerlere gitmek, derdini anlatmak, ikna mümkündeğilse en azından taş atmak istiyor. 
Erkan Abi askerleri, emir komuta altında istemeye istemeye vatandaşına mermi sıkan çocukları uyarmak, silahlarını bıraktırmak niyetinde...

Mahallede beraber büyüdüğü arkadaşlarından İBB'de durumun çok kötü olduğunu, oraya giderlerse yapacakları bir şey de olmadığını, darbeci askerlerin orayı kati surette ele geçirdiğini, durup beklemeleri gerektiğini çok fazla işitiyor.

Sıkılıyor.

Kızıyor arkadaşlarına, "Vatanımıza sahip çıkmak icin hiçbir şey yapamıyorsak taş da mı atamayacağız? Eli kolu bağlı beklemek mi yakışır bize?" diyor.













En sonunda arkadaşları ona itidal tavsiyelerini yinelerken oğullarını da alıp Vezneciler'e gidiyor.

Her iki oglu da 25 yaşından büyük.

Büyük oğlu hengame esnasında diğer ikisinden ayrılıyor, kopuyor diğer ikisinden.

Küçük oğluyla beraber İBB önündeki barikata kadar yaklaşmayı başarıyorlar. 

İhtimal o ki elinde silahla korku dolu gözlerle etrafa bakan eri görünce insaf damarı kabarıyor. 

Siper edindiği duvarın arkasından çıkarak, konuşmayı seçiyor. Karşısındaki Yunan askeri degil ya!

Elinde taş da yok artık. Yürüyor kaderine... Göklerden gelen kadere doğru tüy gibi hafiflemiş halde...

Yaklaşıyor askere, oğlu da arkasından...
Diyor ki askere (Oğlunun dedesi Lütfü amcaya aktardığı ifadelerle): "Asker ağa etme, eyleme sen kimsin biz kimiz. Biz kardeş değil miyiz? Kimi vuruyorsun sen?"

Er tüfeğini aşağı doğru biraz indiriyor ama, "Abi geri git" diye bağırıyor. Erkan Pala "Yavrum nolur indir o silahı" diyor yine.

Yan barikatlarda silah sesi sürerken, kahraman bedenler sularken ecdat yadigarı toprağı, bir taraftan silah sesinin gelmediğini fark ediyor soysuzun biri.

Ruhunu satan mahrem talebelerden midir, özüne ihaneti başarının sırrı görenlerden midir, hangi lanetli ruhsa bu komutan yaklaşıyor ere.

Bağırıyor kararsız ere doğru "vursana lan!"

Eli tetiğe gitmiyor önce erin.

Yalvaran gözlerle "Geri çekil" diyor Erkan abiye.

Erkan abi ikna ederim sanıyor.

"Oğlum yapma" diyor, "İndir silahını!"

Soysuz bağırıyor:

"Emir kesin, vurmazsan ben seni vururum" diyor.

Erle Erkan abi göz göze geliyor.

Er utanıyor, erin gözleri doluyor,
Erkan abi tebessüm ediyor, 

Belki ere, belki ötelere...

Birkaç el silah sesi yankılanmış Vezneciler'de

Uzaktan fark eden olmamış bu sesin digerlerinden farkını.
Belki annesi, belki karısı...

Erkan abinin halis ruhuna melekler eşlik ededursun, kanı feda olmuş vatana... Bedeni asfalta düşmüş.

Er hayatının seçimini yapıyor. Zor karar. Ama safını belirliyor. Onu bu yol ayrımına sürükleyen darbeci generaller ve belki de onların da üstünde yer alan habis yürekler bunun hesabını nasıl verecek?  Dilerim ahirete kalmaz, bu alemde görürüz.












Küçük oğlu yanındaydı ya, o da babasının yere düştüğünü görünce dayanamıyor, bayılıyor.

Baba ölür mü be!

Baba böyle ölür mü? 

Baba çınardır, tamam en büyük arzusu şehit olmaktı babasının, tamam Kur'an rehberiydi, hizmet için yaşardı, hem hakiki hizmet... 

Lakin babası nasıl ölürdü bir insanın? 

Belki de her babanın örnek alacağı şekilde işte böyle ölünürdü!

Küçük evlat kendine geldiğinde babasını yerde, yanı basında göremez. Babasını aramaya başlar.

Telefonuna ulaşılamıyordur artık Erkan abinin. Dostların mesajlarında ikinci tiki göremeyince Erkan abiden tuhaf olurlar.

Tüm aile arıyordur artık.

Erkan abinin küçük kardeşi Haseki'ye gider pek çok hastaneden sonra. 

İki "ölü" var derler. "Üzerinde kimliği olmayan bir tane var, bir bak istersen" derler.

Kardeşi onu görür görmez tanır, gülümser gibidir hali. Anlaşılır ki kimliği gömleğinin üst cebinde olduğundan yukarı doğru sıyrılan gömlekteki kanlar kimliğin görünmesini engellemiştir.

Telefon bir daha hiç bulunamamıştır.


Lütfü amca ne lisanla ne de hal diliyle demiyor ki "Benim oğlum şehit oldu, o kahraman"...

Lütfü amca "İnşallah şehit olmuştur diyerek kendimizi avutmaya çalışıyoruz" diyor.

Lütfü amca şehit babası. Hem ne baba.

Muazzez ablaya soruyorum, "Erkan abi nasıl biriydi" diye, "Kur'an elinden düşmezdi" diyor. Çocukları büyük, ufak cocuk yok ama çok zor be oğlum" diyor.

İçeridekilere öfkeli.

İçeridekiler hesap vermeli.

Ellerindeki bu kana rağmen şov yapamamalılar en azından diyor.

Sessizlik...

"Çok zor" hem Lütfü amca hem de Muazzez abla (Daha genc görünüyor Muazzez abla) 15-20 dakikalık konuşmamızda en az 20 defa "Çok zor oğlum çok zor" diyor.

Hep beraber hüzünleniyoruz.

Evlat acısını Allah kimseye yaşatmasın.

Aylardır zihnimi meşgul eden musibeti açayım diyorum Lütfü Amca'ya.

"Benim eniştem de bir iftira sonucu tutuklandı az ilerideki cezaevi kısmında yatıyor" diyorum. "Kurunun yanında yanan yaşlardan" diyorum. 

"Polis memuruydu, şimdi yatıyor, az önce anne babasını gördüm, karısı, kız kardeşim doğum yapacak iki ay sonra" diyorum.

Lütfü amca oturmuş adam.

İhanete şerbetli Anadolu coğrafyasının birikmiş tüm ahını bir nefeste çeker gibi derin bir"Ahh" çekiyor.

"Adam seçmesi öyle zor ki oğlum" diyor.

Muazzez abla daha sert, "Oğlum bir iftirayla kimseyi uzun süre yatırmazlar. Bizim de akrabalarımız var yatıyor içeride, bize gelince ağlayıp duruyorlar. Masumsa er geç çıkar." diyor.

Beni sarsan ifadesi ise şu oldu: "Bizimkiler toprak altında, göremiyoruz. Onlar yine gelip görebiliyorlar, sabretsinler" diyor.

Analardan analara açık mektup.

Acılı da olsa Anadolu'nun anası iste böyledir, Candır bizim analarımız.

Lütfü amca memleket için üzüntüsünü, muhtemel tehlikeleri, mahkemenin bile arzu edildiği gibi ilerlemediğini anlatıyor. Anlıyorum bu defa. Harfiyen anlıyorum. 

Amca seni İbrahim Başkanla tanıştırayım dedim, o da İstanbul'daki tüccarlar adına müdahil olmak istiyor davaya dedim.

Saygı duydu, haydi tanışalım dedi.

Eski adamlar saygılıdır. Kötü gününde yanında olanı sever, sayar...

Lütfü amca İbrahim Çağlar Bey'le tanışıyor. 

Lütfü amcayı kendisine takdim edince,"Rabbim bizleri onlara komşu eylesin" diyebiliyor başkan. Ağzından daha anlamlı hangi sözcükler çıkabilir ki?


Bu ayaküstü kısa, hüzünlü, anlamlı konuşma Mustafa Kemal Atatürk'ün tam da mahkeme koridorundaki "Memleket işlerinde, millet işlerinde, gerçek işlerde, duyguya, hatıra, kardeşliğe ve dostluğa bakılmaz" yazısının önünde yaşanıyor.

Aman amca lütfen ayakta kalmayın diye buyur ediyor onu İbrahim Bey oturması için. 


Oturuyoruz ve konuşmuyoruz. Arada birbirimize bakıyoruz Lütfü amcayla, anlaşıyoruz. Sabrede sabrede kazanacağız diyoruz.

Mahkeme korkarım iyi gitmeyecek. Hainlerin hala umutları var. 

Demokrasiyi savunanlar hala ideal bir strateji geliştiremedi.

Hainler çok kurnaz.

Birlik beraberlik ruhu sağlam reformlarla perçinlenemedi.

Daha birçok şey var.

Ne lüzum var daha fazla uzatmaya.

Onlarca sıkıntı var ama Erkan Abiler varsa, onları yetiştiren Lütfü Amca'lar varsa umut da var... 


                               
                                  25.07.2017
                                Musab Turan

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

E-58 güncesi