Ölmeden ölmek lazım mösyö



Yeni evliydi ve karısıyla tartışması normaldi ama aklı onda kalmıştı yine. Ayrılığa gitmesi muhtemel böyle bir dönemde radikal kararlardan uzak durması gerekirdi. Neyin ne olacağı belli olmazdı.


Zihninin meşgul olmaya falan da ihtiyacı yoktu. Kafasındaki seslere laf yetiştirmek yeterince yorucuydu zaten. Eksik hissediyordu ama... Dev hastanenin giriş katı haber bekleyen fazladan refakatçilerin huzursuz uykularına şahitlik ediyordu.

Ölümü düşündü. Bazısına ne cömertti. İnsan her şey olmalıydı ama kanserden deli gibi kaçmalıydı. Kafasında yeni bir düşünce belirdi. 


Bütün kanserliler cennetlik olabilirdi. Rahmet sahibi bu acıları yaşayanlara hangi kökenden gelirse gelsin acırdı. Kanser olmayanlar iyiliğinden mi olmuyordu?

Kattaki mırıltılı cılızlaşmış birkaç çocuk sesi  hayatın devam ettiğini hatırlatıyordu. Haberler doğup büyüdüğü mahallede bir kahvehanenin kalaşnikofla tarandığını söylüyordu. Ön sıradakiler ilgiyle izliyordu. Acaba bu refakatçilerin herhangi biri aynı ortamda o kahvenin önünde koşmuş  birinin yanlarında olduğunu düşünmüş müydü?

İnsan daha çok neyi düşünürdü? Yarın gitmek zorunda olduğu işi mi, yakınlık derecesine göre hastasını mı, hastası ölünce nasıl bir dünyayla kalacağını mı?

İhtiyaçlar hiyerarşisine göre düşününce insanın günü kurtarma telaşını haklı buldu. Dörtlü hastane sandalyesinin en sonunda oturuyor, yandaki gri ceketli adamın tabanlarına bakarken adamın kafasının altındaki poşetle uyumasını umursamıyordu. Kim bilir ne sorunları vardı?


Duyarlı vatandaş ben de varım dedi kafasındaki ukala seslere. 3. Kazayı da işitince dayanamadı LPGli araç patlaması hoş bir şey değildi. Ayrıca bir üst geçide muhakkak engelli rampası yapılmalıydı. Sahi memleketteki ileri gidemeyişi nasıl anlatıyordu evlilik sonrası ses.

Uzun bir süredir aklında hüküm süren ses toplumsal çıkarımlarıyla zihnini epeyce meşgul ediyordu. Karısını düşündü. Normal bir insanın bu anda hissedecekleri haksızlığa uğramışlık ya da hata etmişlik düşüncesi olurdu ama o sadece buruk hissetti. Bu kelime Havva kızları içinden birinin diline öyle yakışıyordu ki... Eksik hissetti.


Bezgin florasan mavisi hastanenin salondakileri uyuşturuyordu. Elinde bebeğiyle oturacak yer arayan kadın havada asili kalan var oluş sancılarının ortasında buldu kendini. Çocuk gürültüleri kucağındakinin ileride başarılı olup olamayacağıyla ilgili kavgalar başlattı.

Kocasının gönlüne girmeli, sözünü dinletmeliydi bir şekilde. Televizyonu soldan görecek şekilde yeni bir koltuk bulduğunda can çekişen yengesi, acı haberin ne surette kendisine ulaşacağı, bir şekilde can verme anına tanıklık edip edemeyeceği ve buna benzer düşünceler saldırdı.

Bu gece uyuyacağı yeri kestiremiyordu. Ruhu kızamık çıkarıyordu. Hastanede uyumalıyım diye karar verdi. Kendini cezalandırmak sayılabilirdi ama o bunu daha çok kendiyle hasret giderme görüyordu. 

Telefonu ne kadar içindeydi hayatının. Kendini ifade etse etse nereye kadardı? Tanıdığı yakın uzak herkes basit düşünmesini söylerken seslerin peşine takılması nedendi? Lanet tam olarak böyle bir şey olabilirdi ama olmayabilirdi de.

Tüm eylemlerinde hakim olan kendini ispatlamaktı. Bir kişi de çıkıp sen kendini yeterince ispat ettin, elindekini koru diyemiyordu. 

Çocuğuna Ömür adını koyan babayı süzdü. Kot pantolonlu adam kucağındaki çocukla diğer ikisine laf anlatırken oturan adama seni anlıyorum dercesine baktı. Ömür güzel isimdi. Bir gün belki bir çocuğu olurdu ve bu ismi diğer yüzlercesinin önünde tutarak başlardı düşünmeye. Yazarak ifade edebiliyordu kendini sadece. 

Oysa telefon karşılık vermiyor, anlayamadığı her bir şeyi internette araştırmaya kalkıyordu. Emindi. Belki 60 belki 80 yaşında bir gün makine teknolojisi yaşadığı kafaları anlayabilirdi. 

Dostu artık yeterince dost değildi. Şu hikayedeki gibiydi durumlar. Baba oğul, süt jestine karşılık deliğinden her seferinde bir altın çıkaran yılan... Vaynefis oğlan, sinirli baba yılan, ölü çocuk. Birinde evlat acısı birinde kuyruk acısı. Artıkeskisi gibi olamayız...

Postayı yılan mı koyuyordu acılı baba mı bilemiyordu. En çok da burasını merak ederdi ya neyse...

Hikayeyi tekrar araştırması gerekirdi ama bu dikkat dağınıklığının klasik yansımalarından biri olurdu.


Hikayeyi araştıracağım diye kendini gri auraya anlatmayı bırakınca kendini Brent petrolün OPEC kararı sonrası dalgalanışını ele alan bir analizi okurken bulabilirdi. Çocukluğunun kahraman kadını, şalvarlı Zeynası dünyadan gitmek üzereyken veda kafasını sonuna kadar yaşamalı, değişik şeyler yapmamalıydı.

Keşke biri bunu tartışıp duran iç seslerine anlatsaydı. Hoş anlatması yetmezdi, ikna etmeliydi. Belki de Mevlana ve Şems diye adlandırdığı berikiyle 10 yıl görüşmeme kararını kendisine sanal yoldan iletmeliydi.

Derinde, daha içeride kök salmış düşünce ise dünyayı gezmesini, göğü, eşyayı, yolları, yolcuları, hasta yakınlarını izlemesini söylüyordu. Belki şair gibi güzel kadınlara aşık olur, yoluna katlanarak devam ederdi. Seyyah olmaktı asıl muradı.

Sevmediği panelleri, konferansları 4-5 saat dinleyip 600 kelimelik haberler yapmak arzuladığı şey olamazdı. O anlamak istiyordu. Anlaşılma isteği dediği şeyin manayı keşfetmek olduğunu Malatyalı hasta yakınlarının Fener'in maçını izlemeye hazırlandığı bu emektar salonda idrak etmişti.

Hayali ortadaydı. Allah'ın yarattıklarının her biri önüne serilemezdi, kendisi gezip anlamaya çalışmalıydı. Allah'la yakın olmak için sadece secde yetmezdi. Rüzgarın tazeliğini hissetmek istiyordu Sibirya'da. Kolombiya Medellin'dePablo Escobar’ın hayaletini, o kırmızı kiremitli çatıda, tam da Azrail'in kopardığı yerde görmeliydi.


Dostoyevski'nin dolaştığı sokaklar paklardı onu. Ahmet Hamdi’yi aramalıydı. Bulmalıydı hatta. Jean Christophe Grange ile Afrika’da maceralara atılmalı, Orhan Pamukla adaları, Zeki Demirkubuz'la Amsterdam'ı gezmeliydi. Her coğrafyaya uygun bir eser-veren olmalıydı. O mekan yalnız o bir çift gözün sahibiyle gezilse evlaydı.


Bir şeyleri ispatlamaktan yorgun zihni hayatın olağan akışına teslim olmalı, not bile tutmadan çeşitliliği, renkleri ve kokuları hissetmeliydi. 


İlgi dağınıklığı geçsin ya da daha geniş bir evde otursun diye değil, hatta karısı istediği insana dönüşsün diye bile değil. Sadece kendini gerçekleştirmek için...

Düşününce peçelere yazdığı şiirlerden vazgeçemeyeceğimiz anladı. Evden çıkması yeterdi yazmak için. Buradan bir insan geçti denmesine yardım edecek birileri olmalıydı şu alemde. 

Gezegenin ve içindekilerin dilini çözmüş babacan bir amca olmalıydı bir yerlerde...48 yılın kocası, kendi amcası bu anlarda karısının "beni morga koyma" vasiyetini nasıl gerçekleştirebileceğini, insanlara nasıl laf anlatacağını düşünürken ondan bunu isteyemezdi. Sorsa muhakkak sponsor olmak isterdi ama zaman müsait değildi ve hayalleri gerçekleştirmek imkan meselesiydi.


 
Kahramanımızın hayatında gördüğü en korkunç tablonun iz düşümü



Hasta yengesi son nefesini vermek üzereyken ona torunu İstanbul'dan gelir gelmez onu hastaneye babaannesinin yanına getireceğini söylemişti. Ama yollar karlıydı ve torun Sedat geç gelmişti. Bir taksiye atlayıp gece 3'te de olsa onu babaannesinin yanına götürebilirdi oysa o bunu yapmamıştı.

Basireti bağlanmış olsa gerekti. Çocuğu aldığı gibi dedesinin yani yengesinin evine götürdü. Sabah erkenden hastaneye gideriz dedi. Ama bilemezdi tüm ölümlerin zamansız olduğunu.

Aylar sonra hikayesini okurken dahi ne kadar suçlu olduğunun ayırdına varamıyor, suçu ölüme atıyordu.

En sevdiği torununu ne yapıp edip yetiştirmeliydi yorgun babaannesine. 


30.11.2016-Malatya Araştırma Hastanesi
04.04 2017 İstanbul- Cevizlibağ

Görsel: https://tr.pinterest.com/pin/440015826065501834/


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

E-58 güncesi